Müfredatın Kıçına Tekmeyi Basmak!
2 ay kadar önce spora başladım.
Başladım başlamasına ama on gün öncesine kadar kendimi hep yanlış bir şeyler yapıyormuşum gibi hissettim. Neden mi?
Çünkü on gün öncesine kadar ne yapsam birisi geliyor, "O ağırlık senin için fazla," diyordu. "Yavaş," diyordu. "O kadar kaldırma," diyordu.
Bunları diyenler hayatları spor salonlarında vücut geliştirmeyle geçmiş insanlar. İster istemez ciddiye alıyorsunuz.
Sonra bir gün, gerçekten de fazla ağırlık kaldırdığımı kendim de düşünmeye başladım.
Salona arada sırada gelen Rus bir spor hocası var. Yakınlarda bir vücut geliştirme şampiyonasında Avrupa 2.'si olmuş. Kol kasları benim iki bacağım kadar. Bir gün bir makinede çalışıyor. Ama epey de zorlanıyor. Ne kadar ağırlık kaldırdığına bakınca gözlerime inanamadım: Benim kaldırdığım ağırlığı kaldırıyordu.
Onca insan yanılıyor olamazdı sonuçta, dedim bunun üzerine kendi kendime. Gerçekten de fazla ağırlık kaldırıyormuşum.
Ama yine de, salona ilk gittiğim günlerde tanıştığım Karadağlı bir Emniyet Müdürü'nden aldığım tavsiyeyi uygulamaya devam ettim:
"Bir ağırlığı 6 defadan fazla defa kaldırabiliyorsan," demişti Emniyet Müdürü, "o ağırlık senin için hafif demektir. 7 kere kaldırabildiğin veya çekebildiğin ağırlığı mutlaka arttırmalısın."
Ben de başkaları ne derse desin bu tavsiyeyi uygulamaya devam ettim ve kendimi her geçen gün biraz daha ileriye ittim.
Şimdi düşünüyorum da iyi ki diğer onca insanı değil, içimdeki sesi dinlemişim. İyi ki Emniyet Müdürü'nün tavsiyesini uygulamışım.
Çünkü 10 gündür spor salonundaki arkadaşların bütün havası değişti.
Sanki bana sürekli, "O kadar kaldırma," diyen onlar değilmiş gibi şimdi biri gidiyor, öteki geliyor, "Bu kadar kısa sürede nasıl bu kadar geliştin," diyorlar, "Falanca arkadaş söyledi, şimdi baktım da haklı, ilk geldiğin günle şimdi arasında inanılmaz bir fark var," diyorlar.
Bu tecrübem bana hayata dair çok önemli bir şeyi hatırlattı:
Müfredatın kıçına tekmeyi basmanın ne harika bir şey olduğunu hatırlattı.
Öğretti, değil, hatırlattı, diyorum. Çünkü buna benzer şeyleri daha önce de sayısız defa yaşadım. Anlatayım:
Orta 1'de Dostoyevski okuyordum. Öğretmenlerim de dahil herkes bilmiş bilmiş, "Bu, senin için erken," diyordu. Kendileri 30, 40, 50, 60 yaşlarına gelmişler, hâlâ Dostoyevski okuyamıyorlar ya 12 yaşında bir çocuk Dostoyevski okuyorsa bu işte bir yanlışlık var, demektir.
Tabii, kimse yanlışı kendinde aramaz.
Ve Stephen Covey'nin söylediği gibi, düşük bir seviyede olup yüksek dozda tavsiyeler vermek çok kolaydır.
Hiç kimse, ben bu yaşıma geldim, hâlâ dişe dokunur bir şey okumuyorum, okuyamıyorum, demiyordu. Ama bana, sen yanlış yapıyorsun, diyorlardı.
Orta 2'de Süleyman diye birisi Türkçe dersine gelmeye başladı. Sağcı bir edebiyatçı. Ve tam bir mankafa. Sağcı olduğu için mankafa değil tabii. Solcuysanız da mankafa olma ihtimaliniz çok yüksektir. Bizimki kendiliğinden mankafaydı. O kadar mankafa ki derste Nazım Hikmet'ten vs. şiirler okumak istedim ve söylediği birkaç saçmalığa karşı çıktım diye beni "komünizm propagandası" yapmakla suçlamıştı. Neredeyse okuldan atılacaktım. Evet evet, yanlış duymadınız. Orta 2'ye giden bir çocuğu "komünizm propagandası" yapmakla suçlamıştı.
Neyse, bu Süleyman bir gün beni kenara çekti, "Semih," dedi, "sen arkadaşlarından farklısın. Onlar senin seviyende değiller. Senin okuduğun şeyleri okuyamazlar. O yüzden derste böyle şiirler okumanı istemiyorum."
Onu siyasi olarak rahatsız eden şairlerden şiirler okumak istemem sınıftaki otoritesini sarsıyordu. O da bunu önlemek için böyle acınası bir taktiğe başvurdu: Önce beni övdü. Daha doğrusu, önce bana güzel bir yağ çekti. Sonra da sınıf arkadaşlarımı aptal yerine koydu. Bu şekilde de beni istediği gibi şekillendirmeye çalıştı. "Hadi ordan," demiştim o gün, şimdi de aynı şeyi söylüyorum: Hadi ordan!
17 yaşımda Almanya'ya gidene kadar, yani müfredat beyinli öğretmenlerin hazırladığı aptal müfredattan kurtulana kadar hayatım "müfredat"la savaşmakla geçti.
Sadece okulda da değil.
Hayatta da.
Ben çocuk olarak bir şey yapardım. Yaptığım şeyde hiçbir yetkinliği olmayan büyükler gelir, "Henüz erken," derlerdi.
Benim de canım, nedendir bilinmez, hep, başkalarının, "Henüz erken," dediği şeyleri yapmak isterdi.
Hâlâ da öyle.
(Adam yerine ilk defa 17 yaşımdan sonra Almanya'da koyuldum. Orada da kimi konulardaki ilerlememe şaşırıyorlar, ama, "Henüz erken," demek yerine, vaaavvv, diyorlardı, harika, diyorlardı, sizin için ne yapabiliriz, diyorlardı.)
Müfredatla savaşım yabancı dil yolculuklarımda da sürdü.
Almanya'ya gitmeden önce Türkiye'de dil kursuna gittim. Daha doğrusu, gitmek zoruna kaldım. Yoksa dil öğrenmek isteyen biri neden dil kursuna gitsin? Dil öğrenmek İSTEMEYENLER dil kursuna gidiyor. Ben dil kursuna gittim. Çünkü Almanya'daki okul başvurusunda dil kursundan alacağım belgeyi kullanacaktım. Bu yüzden iki ay kadar dil kursuna gittim. Yani "müfredat"tan ilerleyerek dil öğrenmeye çalıştım. Ve tabii, hiçbir ilerleme kaydetmedim. SINIFIN EN KÖTÜSÜYDÜM.
Almancayla gerçek ilişkim "müfredat"tan kurtulunca başladı.
Kursu bıraktım. Almanya'da okumaya başladım. Ama öyle dille ilgili veya hukuk, felsefe vs. gibi dil gerektiren bir bölümde değil, bir üniversitedeki bütün bölümler içinde dile en az ihtiyaç duyulan bölümde okudum: Müzik okudum. Konservatuvar okudum. Buna rağmen, okulda hiç ama hiçbir dil çalışması yapmamamıza rağmen - sadece enstrüman çalışıyorduk - bir sene sonra kendimi Alman mahkemelerinde ve poliste profesyonel tercüme yaparken buldum. O bir sene içinde, bırakın tekrar kursa falan gitmeyi, müfredatın m'sine bile yanaşmamış, tek bir gramer kitabı dahi açmamıştım.
Müfredatla savaşım başka dillerde de sürdü. Kendi başıma Fransızca öğrenmeye başladım. Başladıktan 5 SAAT sonra Albert Camus'nün "Yabancı"sını okumaya başladım. Bir hata yapıp kursa falan gittiğimi ve ikinci derse elimde "L'Étranger" ile geldiğimi düşünsenize. Müfredat çılgını öğretmenler ve müfredatın aptallaştırdığı diğer öğrenciler beni, "Henüz erken! Henüz erken!" diye çiğ çiğ yerlerdi herhalde.
İtalyanca öğrenmeye başladım. İkinci gün, Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Çinli yazar Mo Yan ile yapılmış şu röportajı okudum:
http://www.lastampa.it/…/mo-yan-mi-piace-raccon…/pagina.html
İtalyancaya başladığımın ikinci günü.
Elbette, "Henüz erken!"di ve henüz erken olması her zamanki gibi benim hiç umurumda değildi.
Müfredatı iplememem hayatı benim için zorlaştırdı.
Çünkü bu, okulda öğretmenlerin otoritesini sarsıyordu. Okul dışında ise büyüklerin.
Çünkü müfredat otoriteyi temsil ediyordu.
Bu yüzden de hayatım, istesem de istemesem de hep otoriteyle savaşmakla geçti.
Ama dünyaya bir daha gelsem yine aynı yolu izler, müfredatı yine takmam.
Çünkü müfredat ortalamaya göre hazırlanır.
Ve ortalama zekâ geri zekâdır.
Bu yüzden, Türkiye okullarında geçen her saniyeme üzülüyorum. Beni ve arkadaşlarımı geri zekâlı yapmak için uğraşıp didinen müfredat bekçileri öğretmenlerle geçen her saniyeme üzülüyorum.
Bu yüzden, dil kurslarına karşıyım. İnsanların hem zamanlarını hem paralarını alıp geri zekâlı bir müfredata mahkûm eden ve onları bu şekilde, geri zekâlı olduklarına ikna eden dil kurslarına bu yüzden karşıyım.
Bu yüzden, bütün spor salonu birleşip koro halinde, "Henüz erken," dese de ben yine hâlâ müfredatın kıçına tekmeyi basıyor, hadi ordan, diyorum.
Instagram Adresim: @semihucardilkocu
Linkedin Hesabım: Dil Koçu Semih Uçar